Haluk Oral

0 Shares
0
0
0
0

Prof. Dr. Haluk Oral, 1957 yılında Sivas’ın Şarkışla ilçesinde dünyaya gelmiştir. 1978 yılında İstanbul Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Matematik Bölümü’nü bitirmiştir. Mezun olduktan sonra akademik kariyere devam etmek isteyen Haluk Oral, 1981 yılında Boğaziçi Üniversitesi’nde yüksek lisansını tamamlamıştır. Sonrasında yine Boğaziçi Üniversitesi’nde doktoraya başlayan Oral, TÜBİTAK’tan burs kazanınca eğitimini devam ettirmek üzere Kanada’ya gitmiş, 1989 yılında Simon Fraser Üniversitesi’nde doktorasını tamamlamıştır. Kanada’da bir yıl asistanlık ve Amerika’da bir yıl hocalık yaptıktan sonra 1990 yılında Türkiye’ye dönerek Boğaziçi Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak göreve başlamıştır. 1997 yılında profesör olan Haluk Oral Boğaziçi Üniversitesi’ndeki görevini 2010 yılındaki emekliliğine kadar sürdürmüştür. Kodlar Teorisi ve Kombinatorik alanında çalışmalar yapmıştır. Başarılı matematik kariyerinin yanı sıra, edebi kişiliği ile de tanınan Haluk Oral’ın birçok kitabı, araştırmaları ve zengin bir imza koleksiyonu bulunmaktadır.

Haluk hocam biyografiler ve medya sayesinde hakkınızda bazı bilgiler ediniyoruz. Fakat şimdi ben sizi sizden dinlemek istiyorum. Biraz kendinizden bahseder misiniz?

H.O.: Bir insanın kendisinden bahsetmesi kolay bir şey değil aslında Melisciğim. Ama kısaca bahsedersem… Matematik hocasıyım, emekli oldum. Edebiyat ve tarih üzerine yazılar yazıyorum, bol bol kitap okuyorum, tavla oynuyorum. Lisansımı İstanbul Üniversitesi’nde yaptım, 1978’de bitirdim. 1981’de de Boğaziçi Üniversitesi’nde lisansüstü eğitimimi tamamladım. Doktoraya da Boğaziçi Üniversitesi’nde başladım, daha sonra TÜBİTAK’tan burs kazanınca Kanada’ya gittim ve Simon Fraser Üniversitesi’nde doktoramı tamamladım.

Türkiye’de ve yurtdışında eğitim almış, eğitim vermiş ve yıllarca birçok öğrenci yetiştirmiş bir hoca olarak eğitim sistemlerini yorumlamanızı isteyeceğim. Türkiye ve yurtdışındaki eğitim-öğretimi karşılaştırdığınızda gözlemlediğiniz eksiler ve artılar nelerdir? Akademik öğreniminizin bir kısmını yurtdışında almanızın Türkiye’de almanızdan farkı nedir?

H.O.: Bu soruyu üniversiteler özelinde konuşalım. Kanada’da bir yıl asistanlık, Amerika’da da bir yıl hocalık yaptım fakat bu süre lisans eğitimi hakkında çok bir bilgi vermedi bana. Bunun yanında, İstanbul Üniversitesi ve Boğaziçi Üniversitesi’nde aldığım eğitimden oldukça memnunum. Yurtdışında da doktora eğitimi aldığım için tabii eğitim sisteminin fark etmesi normal. Kanada’daki doktora eğitimi oldukça iyiydi. [Doktora seviyesinde] artık belli bir alana yönelmiş oluyoruz ve bu bağlamda araştırma imkanları Türkiye’ye göre çok çok daha iyiydi. 1984 yılından bahsediyoruz, yani internet gibi büyük bir yardımcı yoktu o zamanlarda. Öyle olunca kütüphaneler çok önem kazanıyordu ve Simon Fraser Üniversitesi’nin kütüphanesi bu konuda çok iyiydi. Ek olarak okumak istediğim makalelerin yazarları genellikle Kanada ve Amerika’daydı. Bu nedenle kendilerine ve okumak istediğim makalelere kolayca ulaşabiliyordum. Türkiye’de eleştirebileceklerimden biri kütüphanelerin eksikliği ama artık herkesin hayatına internet girdiği için kaynaklara daha rahat erişilebilir diye düşünüyorum.

Bir önceki soruma ek olarak şunu da sormak istiyorum. Yurtdışında olup da ülkemizde bulunmayan fakat burada da görmek istediğiniz faaliyetler, sistemler ve benzeri şeyler var mı, varsa neler?

H.O.: En çok etkilendiğim şey, yurtdışındaki matematik bölümlerinde öğrencilerin ve hocaların ders dışında da [birlikte] vakit geçirmeleri, sohbet etmeleri. Bu bir yandan aradaki buzları kırıyor, bir yandan bu sohbetler araştırma konularına dönebiliyor, aynı konuda çalışan insanlar sohbet ortamında paylaşımlarda bulunabiliyor. Bu sayede insanların birbirine katkıları daha fazla olabiliyor. Tabii bu da özelleşmiş konularda özelleşmiş üniversiteleri gerektiriyor. Fakat Türkiye’de bunu sağlamak çok daha zor, çünkü Türkiye’de üniversiteler genelde her bölümden farklı farklı insanları üniversite bünyesine katıyor. Bir alanda birden çok araştırmacıyı tek bir üniversitede bir araya getirebilmek ve bu şekilde bahsettiğim samimi ortama zemin hazırlamak Türkiye için bir hayal maalesef.

Ülkemizde matematik bilimine karşı ciddi bir önyargı, bir fobi var. Sizce matematik biliminin tanıtımı yeterince yapılıyor, matematik bilimi yeterince iyi anlatılıyor mu? Matematiği popülerleştirmek için bir çaba gösterilmeli mi, yoksa bu içten gelen bir ilgi ve yetenek mi?

H.O.: Matematik fobisi Türkiye’ye özel değil. Hatta fobi olarak adlandıracaksak Türkiye’de, dışarıdakilere göre biraz daha az. Zaten matematik bölümlerine baktığımızda buraya isteyerek gelen insanlar olduğu için bu fobi nerdeyse yok. Ama yurtdışına göre fazladan bir önyargıdan ya da fobiden bahsetmek doğru olmaz. Popülerleştirmeye gelirsek, bence popülerleştirmek gibi bir derdin olmaması lazım. Ailelerin, çocuklarının matematik eğitimine önem vermesi gerek. Eğitimin temeline inersek ilkokul ve ortaokul öğretmenlerine düşen önemli bir görev var burada. Dersleri sıkıcılıktan, monotonluktan kurtararak anlatmak önemli. Hocalık yaptığım grubun profili nedeniyle direkt deneyimlememiş olsam da etrafımdan gözlemlediğim kadarıyla çocukların matematiği sevip sevmemesinde birinci rolü öğretmenlerin, ikinci rolü de ailelerin oynadığını düşünüyorum. Öğretmenlerin matematiği sevdirmesi, ailelerin de baskı yapmadan, zorlamadan çocuklarını matematiğe özendirmeleri gerekiyor. Ek olarak şunu söyleyebilirim: Bir milyon iki milyon kişide matematik dehaları ortaya çıkar. Onun dışında matematiğin içten gelen bir şey olduğunu düşünmüyorum. Disiplinli düzenli bir çalışma ile normal insanların normal matematikçiler olabileceğini düşünüyorum. Ama dediğim gibi deha seviyesine çıkmak bambaşka bir konu. Matematikçi olmak o kadar zor bir şey değil ama bir Gauss olmaktan, Euler olmaktan, Einstein olmaktan bahsedersek işte o bambaşka şartlar gerektiriyor. Fakat matematikçi olmak, bölümü başarıyla bitirmek için matematik dehası olmanın gerekli olduğunu düşünmüyorum. Düzenli ve sistemli bir çalışma ile gayet başarılı olunabilir.

Teknoloji artık hayatımızın her alanında, her anında ulaşabildiğimiz bir araç halinde. Teknolojinin bu denli hayatımızın içinde olması, onu birçok problemin çözümünde kullanabilmemiz insanlardaki matematiksel düşünce yeteneğini köreltiyor ve insanı tembelleştiriyor mu, örneğin hesap makinelerinin kullanımı gibi?

H.O.: Şöyle düşünelim, bir hesap makinesinin yaptığı matematik ne kadar bir matematiktir? Bir insanı matematikçi yapan şeyler hesap makinesi ile yaptığı işlemler değildir. Çarpım tablosunu ezberlemek-ezberlememek ya da açıların sinüs kosinüslerini hesaplamak için hesap makinesi kullanmak insanın matematiğini körelten şeyler değil bence. Öte yandan ilkokulda ve ortaokulda hesap makinesi kullandırılmaması gerektiğini düşünüyorum. Çocuklar dört işlemi kafalarından yapabilme yeteneğini kazanmalı. Fakat üniversitede artık “sakın hesap makinesi kullanma”, “tüm işlemleri kafanızdan yapın” diye bir şey olmamalı. Çünkü matematik araştırması dediğimiz şeyler bunlardan çok farklı. Düşüncelerin ve fikirlerin geliştirilmesi, ispatın yapılması gibi şeylerdir matematik yapmak. Hesap makinesi kullanmak ya da teknolojinin getirisi olan hesaplayıcıları, çizim platformlarını kullanmak matematiği körelten bir şey değil, ancak belki aritmetiği köreltebilir. Bunun da bir sakıncası olduğunu düşünmüyorum. İnsanlar matematiksel fikirlerle uğraşsın, toplama çıkarma ile değil.

Şimdi biraz da matematik ve sizi konuşalım istiyorum. Matematikçi kimliğinizi hayatınızın hangi döneminde keşfettiniz ve neden matematik?

H.O.: Matematikçi kimliğim olduğunu düşünmedim açıkçası. Matematiği sevdiğime lisede karar verdim. Üniversite sınavından sonra da bölümü yazdım ve kazandım. Okudukça bana gayet uygun bir meslek olduğunu düşündüm.

Açıkçası çalışma şartlarını da sevdim. Kalem, kâğıt ve biraz okuma ile yapılabilen bir şey bu. Tertemiz bir meslek yani. Başka insanlara çok da bağımlı olmadığın, kendi başına yapabileceğin bir meslek. Yeni bir şeyler öğrenip keşfettikçe de bana çok büyük mutluluk verdi. Onun için belli bir anda matematikçi olduğumu keşfetmedim, matematikçi olmaya karar verdim ve ondan sonra da bu kararımdan hiç pişman olmadım.

Bu alanda idolünüz, ilham kaynaklarınız var mı, varsa kimler ve neler?

H.O.: Tabi ki sevdiğim pek çok matematikçi var. Ama bir Türk matematikçi olan Cahit Arf’ ı her zaman çok çok takdir ettim. O da benim koşullarıma benzer koşullarla yola çıkmış ve neticede yaptığı keşiflerle hele hele Arf Değişmezleri ve Arf Halkaları’yla matematik tarihine girmiş bir Türk. Birkaç kere de kendisiyle sohbet etme şansım oldu. Her zaman, “Ezberlemeyin, ispatları okuyarak öğrenmek yerine kendiniz keşfetmeye çalışın.” diye öğütler verirdi. Onun için idolümü söylemem gerekirse, Cahit Arf derim.

Peki Haluk hocam, sizce matematik nedir, matematiği nasıl tanımlarsınız?

(H.O.) Tanımlayamam. Matematiği tanımlayamam. Sözlüğü açıp matematik nedir diye bakmak değil bu tabii. Matematik felsefenin ölçülüp biçilebilir hale gelmesi gibi geliyor bana. Yani felsefede, fikirlerde bir şeyleri ölçüp biçmek için matematik yapmak gerekiyor bence. Ama tabi bu, matematikte yaptığım her şeyin felsefede ne manaya geldiğini düşünüyorum anlamında değil, matematik için, bir iki cümleyle söyleyebileceklerim.

Kodlar teorisi, şifreleme ve kombinatorik alanında uzmansınız. Biraz bu alanlardan bahseder misiniz? Alanınız dışındaki kişilere bu bilimleri nasıl anlatırsınız?

H.O.: Melisciğim, önce kombinatorikten bahsedelim. Kombinatorik genel anlamda sonlu matematik veya ayrık matematik olarak biliniyor. İngilizcesi de “Discrete Mathematics”. Daha çok sayma problemlerini ve süreksizlik-süreklilik kavramlarının olmadığı sonlu matematiği içeriyor. Aslında kod dediğimiz şey de sonlu cisimler üzerindeki bir takım vektör uzaylarıdır. Daha doğrusu, n boyutlu bir vektör uzayının k boyutlu bir alt uzayına kod deriz.

k boyutlu alt vektör uzayındaki elemanlar anlamlı kelimeler, öbürleri de yazılabilecek bütün kelimeler olsun. Bir yerden bir yere mesaj gönderdiğimizde anlamlı kelimeler göndermiş olsak da araya karışan birtakım parazitler bozulmalara neden olabilir ve o anlamlı kelimeler hiç anlamı olmayan kelimelere dönüşebilir. Hata düzeltmek, o anlamını yitiren kelimenin en yakın olduğu anlamlı kelimeyi bulup kelimeyi düzeltmektir. Biraz daha anlaşılır hale getirmek için Türkçe ’den bir örnek verelim. Türkçede bir anlamlı kelimeler listesi var, bir de harfleri yan yana dizip koyabileceğin anlamsız söz dizilimleri var. Örneğin çocuk kelimesi anlamlı bir kelime. Fakat bunu yazarken ya da telgrafla iletirken “ç” harfi yerine “n” harfini gönderirsen “nocuk” diye bir kelime iletilecek. Ama insan gözü onu hemen tanıyıp nocuk değil çocuk olmalı diyerek düzeltiyor. İşte bu işleme hata düzeltme işlemi denir. Bunun matematikteki karşılığı da Türkçedeki gibi anlamlı kelimeler olarak düşünelim.

Mesela 5 harfli vektörlerde -yani kodlarda- diyelim ki 12 tane manalı kelime  ar. Ama kullandığın sisteme göre 25, 35, 45, 55 tane kelime yazabilirsin. İşte buradaki hatalı kelimeleri anlamlı kelimeler olarak düzeltmeye hata düzelten kodlar teorisi denir. “Error Correcting Theory” olarak da geniş olarak araştırılabilir.

Bunun en güzel uygulamalarından biri de Mars’a gönderilen araçta. Bu araç, dünyaya oradan fotoğraf gönderiyor. İşte gönderilen o fotoğraflar dünyaya kodlanmış olarak geliyor. Çünkü o kadar uzaktan gelirken birtakım parazitler onu bozuyor ve bu kod onu tekrar düzeltip eski haline getiriyor. Sonrasında da fotoğraf veya video olarak onu yayınlıyorlar. Kullanım alanlarından biri de CD’ler. CD’lerde bu kadar düzgün ses çıkarmasının sebebi yine kodlar teorisi ile düzeltilmesi.

Şifreleme ise bambaşka bir şey. Onu da matematiğin bir dalı olarak düşünebiliyoruz ama matematik dalı olmadan da yapılabilen bir sistem. İlkokul çocukları bile birbirine şifreli mesaj gönderebilir. Şifrelemede gönderdiğin mesajın anlaşılmaması önemli. Yani düşman ya da dışarıdaki göz tarafından okunduğunda o kişinin o şifreyi çözememesi, anlayamaması, kıramaması gerekli. Kodlamada ise öyle bir şey söz konusu değil. Kim okursa okusun yeter ki hata düzeltilsin mantığı ile çalışıyor. Hatta dilimizde kodlamayı çok güzel kullanıyoruz. Karşımızdaki kişiyle konuşurken bir kelime söylediğimizde “Kodlar mısın lütfen?” diyor. Ondan sonra Trabzon’un T’si, Ordu’nun O’su gibi kodlamalar yapıyoruz. Kodlama tam olarak bu demek. Gönderdiğimiz anlamlı kelimenin anlaşılması için gereksiz harfler söylüyoruz. Bu harfler de kontrol harfleri olarak adlandırılıyor. Trabzon’da T’nin yanındaki bütün harfler kontrol harfleri iken Ordu’da da O dışındakiler kontrol harfi. Bilgi oranı Trabzon’da 1/7 iken, Ordu’da 1/4. Amacımız hem hatayı düzeltmek hem de bilgi oranını yüksek tutup zamandan ve masraftan kaçınmak, yani olabildiğince az kontrol harfi kullanarak doğru mesajı iletebilmek. Bunun için de “İyi kodlar nasıl bulunur?” temalı birçok araştırma yapılıyor.

Peki gözlemlerinize göre öğrencilerinizin en çok zorlandığı alan hangisi?

H.O.: 1. ve 2. sınıf için konuşursak, zannediyorum ki öğrenciler en çok limit kavramında zorlanıyor. Çünkü bunların lisede yapılışı çok ayrı, hatta bir kısım hiç bilmeden geliyor. Büyük çoğunluğu da üniversite imtihanına girerken “Bu soruyu otuz saniyede çabucak nasıl çözerim?” düşüncesinin peşinde olduğu için yani niçinden çok nasıla bakarak geldiği için ispat kavramında çok zorlanıyorlar. Özetle öğrenciler; ilk olarak ispat, ikinci olarak da limit ve süreklilik kavramlarının anlaşılmasında baya bir zorlanıyor diye düşünüyorum. Tabii ilerleyen sınıflarda buna pek çok başka konu da ekleniyor.

Haluk hocam, sizi çok yönlü kişiliğinizle tanıyoruz. Başarılı bir matematikçi olmanızın yanı sıra, başarılı bir edebiyatçı, iddialı bir koleksiyoncu, yetkin bir tarih araştırmacısı ve tavlada şampiyonlukları olan başarılı bir tavla oyuncusunuz. Böyle sıra dışı bir kariyere nasıl yöneldiniz?

H.O.: İlk olarak bunların hepsinin kariyer olduğundan emin değilim açıkçası. İkincisi, zaman diyeceğim bu sorunun cevabına. Vaktin varsa hepsini yapabiliyorsun. Peki vakit nasıl oluyor dersen, yaşayarak. Ben şimdi 63 yaşındayım. Bütün zamanını abuk sabuk işlere harcamadıysan 63 senede o kadar çok şey yapabilirsin ki… Hayat aslında o anlamda uzun. Çok dikkatli çalıştığında her birkaç senede bir konuyu uzman olacak kadar değil ama bayağı bilgin olacak kadar öğrenebilirsin. Yani şöyle bir düşün. İngilizce öğrendim diyebilmek için çok korkunç derecede uzun yıllar geçirmek gerekmiyor. Evet, İngiliz Dili ve Edebiyatı hocası olacak kadar İngilizce öğrenmek başka bir şey. Ama ben Boğaziçi Üniversitesi’nde, Amerika’da ya da Kanada’da matematik dersi verebilecek kadar İngilizce biliyorum ve bu kadar bir İngilizceyi öğrenmek 2 seneden fazla sürmedi. Buradan şunun çok iyi anlaşılmasını istiyorum ama; insanlar 2 senede İngilizce öğrenir iddiasında değilim, kendi amacına yetecek kadar İngilizce öğrenir iddiasındayım. Böyle düşünürsek Türkçeyi de yeterince bildiğimden emin değilim yani bir Türk Dili ve Edebiyatı dersi verebilecek kadar Türkçe bilmiyorum tabi. Ama Avrupa’da bir şehirde dolaşırken adamın biri yanına gelip “Kardeş Türkçe biliyor musun?” deyince ona ukalalık edip de “Türkçe biliyorum da Türk Dili Edebiyatı dersi verebilecek kadar değil” dersen, adam seni bir güzel döverse hakkıdır. Yani o anlamda Türkçe biliyoruz değil mi? Şimdi o anlamda İngilizce biliyoruz diyorum ve bunlar 2-3 senede yapılacak şeyler. Eğer kafanda dil öğrenme planın varsa, 4 senede 1 dil öğrensen basit bir hesapla 60 senede 15 dil öğrenirsin. Hele ki dillerin de bir kısmının birbirine benzediğini düşünürsek, bir müddet sonra dil öğrenmek, zorlaşmak yerine tam tersi kolay bir hale de gelebilir. Burada söylemek istediğim git 15 dil öğren değil tabii ki. Demek istediğim, zamanını boş geçirmezsen pek çok şey öğrenebilirsin. Ben de biraz zamanımı değerlendirdim, biraz eğlendim, biraz çalıştım, biraz okudum ve sonuç olarak böyle bir şey kendiliğinden ortaya çıktı. Ama tabii ki hepsinde en ortak nokta “Ben bunları çalışayım da şunu bunu yapayım” şeklinde uğraşmamamdır. Bunlar benim keyiflerimdi. Matematik çalışırken dinlenmek için edebiyat kitabı okuyordum mesela. Dolayısıyla hep böyle paldır küldür çalışma ile geçmedi hayatım. Eğlenirken de öğrendiklerim hayatımın bir parçası oldu. O kadar matematik okudum, matematik hocası oldum; bu kadar edebiyat kitabı okudum edebiyatla, tarihle ilgili yazılar yazdım. Böyle ilerledi yani.

Sizi yazmaya teşvik eden etkenler neler? Kitap yazmayı hep düşünür müydünüz?

H.O.: Kitap yazma durumu zamanla oluştu. Bende bir istek şeklinde oluşmadı yani. Bazı arkadaşlarım yaptığım okumalar, araştırmalar ile ilgili kendi dergilerine yazmamı istediler. Böylece aşağı yukarı 20 yıl önce dergilere kısa kısa yazılar yazmaya başladım, matematik dışı yazılardı tabii. Sonra bir baktım ki bayağı yazım birikmiş. Yayınevinden bir arkadaşın yazılarımı kitap haline getirme önerisiyle de ilk kitabım çıkmış oldu. İlk bir iki kitabım önceki makalelerimi birleştirmekle çıktı zaten. Daha sonra Orhan Veli ve Nazım Hikmet gibi bir anlamda biyografik olan kitaplarım biraz daha baştan ciddileşerek, uzun araştırmalar yaparak ortaya çıktı. Yani artık ben oturup kitap yazmak istiyorum demiyorsun başta. Makaleler yazıyorsun ondan sonra insanlar da bunu sevdiğini belli edince yazmaya devam ediyorsun. En azından benim için böyle oldu.

Kitaplarınızın içeriği tarihsel bakımdan da oldukça zengin. Bu konudaki yetkinliğinizi neye borçlusunuz?

H.O.: Estağfurullah hiç yetkinlik iddiasında değilim ama yine deminki soruya döneceğiz. Ben Çanakkale Savaşı ile ilgili kitapları dergileri okumaya başladığımda zannediyorum ki 19 yaşındaydım. İşte burada önceden söylediğime geliyoruz: Zaman. Yani 76 yılından beri Çanakkale Savaşları ile ilgilendiğimi ve Çanakkale ile ilgili ilk kitabımın 2007’de çıktığını göz önünde bulundurursak bu konuda kaç sene okuyup çalıştıktan sonra kitabımı çıkardığımı sen düşün. Yani yeterince zaman harcadığında bazı birikimlere ulaşıyorsun.

Diğer bir ilgi alanınız olan koleksiyonculuktan bahsetmek isterim biraz da. Daha doğrusu imza koleksiyonunuz sizin için artık bir ilgi alanından çok yaşamınızın önemli bir parçası haline gelmiştir diye sanıyorum. Nasıl başladınız, nasıl ilerliyorsunuz?

H.O.: Aslında ben yola koleksiyon yapma niyetiyle çıkmadım. Hemen hemen her konuda bol bol kitap okuyorum. Elime yazarından imzalı kitaplar geçti ve bu kitaplar da çok hoşuma gitti. Severek okuduğum bir yazarın imzalı kitabının bende olması çok değerli. Bunun üzerine imzalı kitap toplamaya başladım. İlk başta çok zor da değildi bunları bulmak ve toplamak. O şekilde de devam ettim ve tabii yine zamana bağlı olarak bir koleksiyonum oluştu. Gördüğün gibi ben pek çok şeyi hep zamana bağlıyorum.

Kitap okumayı çok seven biri olarak düşüncesi bile gerçekten çok hoş, manevi açıdan harika bir durum gerçekten hocam.

H.O.: Tabii tabii. Mesela sevdiğin bir yazar, sevdiğin bir şair var. Onun imzaladığı bir eseri okuyor olmak, böyle bir esere sahip olmak insanı gerçekten etkiliyor.

Uzun yıllar matematik bilimine kendinizi adamışsınız. Diğer alanlardaki başarılarınıza, ilginize, araştırmacı kişiliğinize matematiğin bir katkısı olduğunu düşünüyor musunuz, ya da tam tersi bu alanların matematiksel düşünce yapınıza katkıları oldu mu?

H.O.: İkisine de evet. İlk olarak, matematik makalesi yazarken bir matematik makalesi nasıl yazılır, nelere dikkat edilir, nasıl başlanır, nasıl bitirilir diye oluşturduğum düşünce sistemi ve bilgi birikimi tarih ve edebiyat konularında yazarken de çok faydalı oldu. Öte yandan, kendimizi dil vasıtasıyla ifade ediyoruz. Tabii ki okuduğum o tüm kitapların da benim dilimin gelişmesi üzerine etkisi olduğunu düşünüyorum. Bu da tabii matematik yaparken, araştırmalarımı yazarken ve daha da önemlisi sınıfta ders anlatırken kendimi ifade edebilmem açısından çok faydalı oldu diye düşünüyorum. Yani hem edebiyatın matematiğe katkısı oldu hem de matematiksel yöntemlerin öbür kitapların yazılışına katkısı oldu diye söyleyebilirim.

Bir önceki sorumu biraz daha özelleştirerek matematik ve edebiyatı sormak istiyorum. Ben her ne kadar öyle düşünmesem de genelde birbirine uzak olarak görülen iki alan. Sözel ve sayısal bir ayrımdan bahsediliyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Kitapların, şiirlerin matematiksel bir yanı, matematiğin de edebi bir yanı var mı?

H.O.: Öyle bir ayrıma inanmıyorum. Benim için sözel ve sayısal ayrımı diye bir şey yok. Bunu çok tuhaf buluyorum. Doğru dürüst konuşamayan birinin matematikte başarılı olduğunu ya da çok çok iyi matematikçi dediğin birinin doğru dürüst konuşamıyor olduğunu düşünebiliyor musun? Ben ikisini de görmedim. Matematik ve edebiyat, diğer bir deyişle sayısal ve sözel birbirlerinden korkunç derecede bağımsız şeyler olamaz. Mesela ben üniversite imtihanına girdiğim zaman sözelci – sayısalcı denmezdi, fen puanı ve edebiyat puanı denirdi. Bu çok daha mantıklıydı. Yani sayıları da sözlerle ifade etmiyor muyuz? Konuşurken sayıları kullanmıyor muyuz? Belki konuşma kolaylığı sağlamak için sözel-sayısal denmiştir ama bir insan sözelciyse sayılardan anlamaz, matematikçiyse edebiyattan anlamaz gibi lafları asla kabul etmiyorum.

Matematik alanında emekliye ayrıldınız. Bir şekilde devam etmeyi, çalışma yapmayı düşünüyor musunuz?

H.O.: Nesin Matematik Köyü var, orada her sene 1-2 hafta ders veriyorum. Aklıma takılan güzel bir matematik sorusu olduğu zaman arkadaşlarıma soruyorum. Ama bu sorular matematik araştırması olmaktan ziyade matematik bulmacası gibi sorular diyelim. Aramızda konuşuyor, tartışıyoruz. Ama matematikle, matematik yazacak kadar veya araştırma yapacak kadar uğraşmıyorum çünkü o da yine bayağı zaman isteyen bir iş.

Çoğumuz, zaman zaman keşke diyoruz. Peki, matematik alanındaki eğitim hayatınızda ve akademik kariyerinizde hiç keşke dediniz mi?

H.O.: Demedim. Elimdeki fırsatları oldukça iyi değerlendirdiğimi, bir de oldukça şanslı olduğumu düşünüyorum. Yurtdışına gidebildim, döndüm ve Türkiye’nin en iyi üniversitelerinden birinde uzun yıllar hocalık yaptım. Bu konuda hayatımda keşke diyeceğim hiçbir şey yok.

Peki hayallerinize ulaştınız mı, gelecek için nasıl planlarınız var?

H.O.: 63 yaşına gelmiş biri olarak artık gelecek planlarım yok. Benim geleceğim geldi Melisciğim. Bundan sonra huzurlu ve sağlıklı bir hayat istiyorum, hepsi bu. Gelecek ile ilgili planları artık sizler yapacaksınız. Hayallerime ulaştım mı sorusunu da gelebildiğim yerden çok mutluyum diyerek cevaplayabilirim. Yani daha fazla bir şey istemiyordum. O nedenle soruna “Evet ulaştım.” diye cevap vereceğim.

Biraz da Türkiye’deki matematikten, matematiğin yakın tarihinden konuşalım isterim. Sizce Türkiye’de matematik çalışabilmek için yeterli kaynağımız ve alanımız var mı? Bu konularda fayda sağladığını düşündüğünüz kurumlar bulunuyor mu? Bu konuda geçmiş yıllara göre daha mı avantajlıyız?

H.O.: 10 sene önce emekli olduğum için güncel anlamda cevap veremeyeceğim bu soruna. Çünkü yaklaşık 10 senedir işin bu kısmını takip etmiyorum. Bu nedenle bu konuda gerçekçi bir yanıt veremeyeceğim. Ama araştırma kaynaklarına ulaşım imkanları bakımından geçmiş yıllara göre çok daha avantajlı bir dönemde olduğumuzu söyleyebilirim.

Konferanslara ayrı bir parantez açmak istiyorum burada. Cumhuriyetin ilk yıllarında Türk öğrencilerin batıda eğitim görmesi, konferanslara katılması, bilim öğrenmesi teşvik edilmiş. Sizin öğrenci olduğunuz ve hocalık yaptığınız zamanları düşünürsek, bu konuda yeterince destek var mı? Yeterince konferans düzenleniyor, öğrencilerin katılımı sağlanıyor mu? Bunun yanında, sizce Türkiye’de akademik hayat ne durumda?

H.O.: Dediğim gibi son 10 yılki dönem için fazla bir şey söyleyemeyeceğim. Benim hocalık yaptığım dönemler için ise araştırmacı kişiliğini kanıtlamış herkese hem yurt içinden hem yurt dışından kaynak sağlandığını rahatlıkla söyleyebilirim. Örneğin ben öğrenciyken, TÜBİTAK bursu ile yurtdışında okudum ve daha sonra TÜBİTAK’tan birtakım projeler için de destek aldım. Açıkçası, araştırmaya devam ettiğim müddetçe yeterince destek gördüm.

Davetli konuşmacı olarak yurtdışına gitmek istediğimde de zaten çoğunlukla masraflarım gittiğim ülkeler tarafından karşılandı, Türkiye’den ek kaynak aramak zorunda kalmadım. Yani uzun lafın kısası benim destek arayıp da bulamadığım bir zaman olmadı. Ama tabi bu söylediğim günümüzde de isteyen herkes destek bulabiliyor anlamında değil. Şahit olduğum zamanlarda ve araştırmacı matematikçi iken ihtiyacım olan desteği her zaman buldum.

Destekler kesinlikle çok önemli hocam. Umarım bu alandaki katkılar artırılır.

H.O.: Evet, kesinlikle bilimsel araştırmaya ve bilimsel projelere her zaman çok büyük kaynaklar ayrılması gerektiğini düşünüyorum.

Türkiye’deki yakın matematik geçmişine bakarsak dünyada daha fazla mı daha az mı söz sahibiyiz? Uluslararası kapsamda ödüller alan, araştırmaları yayınlanan, dünyaya adını duyurmuş matematikçilerimiz var mı?

H.O.: Bence artışta ama işte matematik öyle bir alan ki böyle kocaman kocaman yıldızları yok. Çalıştığın konuda ne kadar iyi olursan ol bütün dünyada seni tanıyan insanlara baktığında belki 100 belki 1000 kişi çıkar. Çünkü o konuyu dünya genelinde 100 kişi-1000 kişi çalışıyor. İşte o zaman bu 100 kişi- 1000 kişi içinde çok büyük, çok tanınır olabiliyorsun. Dolayısıyla böyle bir sürü matematikçimiz var ama o kişi sokağa çıksa hiç kimse adını bile bilmeyebilir. Eskisi gibi değil. Mesela bir Cahit Arf bambaşka bir şeydi. Hem zamanın koşullarından dolayı hem de Cahit Arf’ tan dolayı. O zamanlar yıldızların ismi biliniyordu, şimdi yıldızların ismi o kadar bilinmiyor.

Belki artık temel kavramlar, teoremler keşfedildiği için mi eskisi kadar popüler olmuyorlar?

H.O.: O da var büyük ihtimalle ama şöyle düşünelim: Bir maden ilk açıldığında, madenleri çıkartmak daha kolayken madenleri bulmak gittikçe daha da zorlaşır. Daha sert taşlarla, daha çok kazılması gereken toprakla karşılaşılır. Yani aslında yüzyıllardır kalan problemler çok çok daha zor problemler oluyor. O nedenle tanınmamakta temel problem bence matematikçilerin sadece kendi çalışma alanlarındaki kitle tarafından bilinmeleri.

Bu kadar matematik konuştuktan sonra size şunu sormak istiyorum: Matematikçi olmasaydım cümlesini nasıl tamamlarsınız?

H.O.: “Çok mutsuz olurdum.” diye tamamlardım. Yani gerçekten ben başka bir meslek yapamazdım.

Çok keyifli, çok aydınlatıcı bir sohbetin sonuna gelmişken size cevabının altın değerinde olduğunu düşündüğüm bir sorum daha var. Gençlere nasıl tavsiyeler verirsiniz?

H.O.: Evet… Çok klasik olacak ama birincisi, sevdiğiniz bir işi yapın. İkincisi, yaptığınız işe saygı duyun. Üçüncüsü, düzenli çalışın, kendinizi hırpalayıp kısa süreli çalışmalar yapmak yerine planlı bir süreklilikle çalışın. Dördüncüsü ise, sigara içmeyin, içiyorsanız bırakın. Çok samimi söylüyorum, şu anda bıraktım çok şükür, ama hayatta keşke dediğim tek şey bir dönem sigara içmemdir. Bu son tavsiyem çalışmak kadar önemli bir şey.

Haluk hocam, sizinle sohbet etmek, sizden fikirler almak çok değerliydi. Zaman ayırdığınız ve sorularımı samimiyetle cevapladığınız için çok teşekkür ediyorum.

Bunları da sevebilirsiniz